15 Mayıs 2009 Cuma

Bir Öğrenci Gözüyle Dünyanın 7 Harikası

DÜNYANIN YEDİ HARİKASI

Bir grup öğrenciden Günümüz Dünyanın Yedi Harikası'nın neler olduğunu düşündüklerine dair bir liste yapmaları istenir. Aralarında anlaşmazlıklar çıkmasına rağmen aşağıdakiler en fazla oyu alanlardır:

1)- Mısır'ın Büyük Piramitleri

2)- Taç Mahal (Taj Mahal)

3)- Büyük Kanyon (Grand Canyon)

4)- Panama Kanalı

5)- Empire State Binası

6)- St. Peter Bazilikası (St. Peter's Basilica)

7)- Çin Seddi (China's Great Wall)

Öğretmen oyları toplarken, sessizce duran bir kız öğrencisinin henüz kağıdını vermemiş olduğunu farkeder.

Sonra öğrencisine kendi hazırladığı liste ile ilgili bir problem olup olmadığını sorar.

Kız öğrenci ise : "Evet, biraz. O kadar çok şey var ki, bir türlü karar veremiyorum" der.

Öğretmen de öğrencisine : "Peki, söyle bakalım senin listende neler var, belki biz sana yardımcı olabiliriz" der.

Kız öğrenci önce duraksar ve sonra okumaya başlar: "Bence Dünyanın Yedi Harikası :

1)- görmek

2)- duymak

3)- dokunmak

4)- tatmak

5)- hissetmek

6)- gülmek

7)- ve sevmek...

Odada sinek uçsa sesi duyulacak şekilde bir sessizlik oldu.

Basit, sıradan ve normal olarak düşündüğümüz ve gözden kaçırdığımız şeyler gerçekte ne kadar da mükemmeldirler.

Samimi bir hatırlatma: Hayattaki en değerli şeyler satın alınamayanlardır.

Bedri Rahmi Eyüpoğlu- Yaşam Öyküsü

Sitem - Bedri Rahmi Eyüpoğlu

Sevgi Üstüne - Bedri Rahmi Eyüpoğlu

Marifet - Bedri Rahmi Eyüpoğlu

Kara Dut - Bedri Rahmi Eyüpoğlu

Zindanı Taştan Oyarlar - Bedri Rahmi Eyüpoğlu

Üç Dil - Bedri Rahmi Eyüpoğlu

Türküler Dolusu - Bedri Rahmi Eyüpoğlu

Türkiye Üzgün Yurdum Güzel Yurdum - Ataol Behramoğlu

TÜRKİYE, ÜZGÜN YURDUM,

GÜZEL YURDUM

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum

Boynu bükük ay çiçeği

Şiirin ve aşkın geleceği

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum

Dağ rüzgarı, portakal balı

Alçakgönüllü, hünerli, sevdalı

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum

Yazgısı kara yazılmış gelin

Kurumuş sütü memelerinin

Türkiye, üzgün yurdum, güzel yurdum

Harlı bir ateş gibi derinde yanan

Haramilerin elinde bunalan

Türkiye,üzgün yurdum,güzel yurdum

Güngörmüş,bilge toprağım

Yunus, Pir Sultan ve Nazım

Türkiye,üzgün yurdum,güzel yurdum

Bozlak, ağıt, halay ve zeybek

Dumanı üstünde ekmek

ATAOL BEHRAMOĞLU

14 Mayıs 2009 Perşembe

Anzaklı Ömer / Çanakkale Savaşları günlerinden bir anı....

Anzaklı Ömer

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden bir Türk doktor görev yaptığı hastanede başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle anlatıyor:

"Amerika 'ya gittiğim ilk yıllar ( 1957) lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork'da Medical Center Hospital adlı bir hastanede görev almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işler...

Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni doktorlar hemen direk olarak hasta muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.

Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam. Tahminen yetmiş beş yaşlarında. İngilizce konuşuyorum. Kan vereceğim kolunuzu acar mısınız? Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var tabii ki... pazusunu açtım. Baktım pazusunda dövme şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti benim.

Kendisine sormadan edemedim. Siz Türk müsünüz? Kaşlarını yukarıya kaldırarak " Hayır " manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak ediyorum: Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir? "Aldırma işte öylesine bir şey dedi. Ben yine ısrarla dedim ki: “Fakat benim için bu bayrak çok önemli. Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin bayrağı, benim bayrağım...” Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu: “Siz Türk müsünüz?” “Evet Türk'üm....”

İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:

“Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de, orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı. Ben Anzak'tım Avustralya Anzaklarından... İngilizler bizi toplayıp dediler ki:

— Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemlidir.”

Biz de inandık sözlerine vaadetlerine... Savaşmak isteyenler arasına katıldık.”

Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam ediyordu:

“Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a getirdiler o zaman. Mısır'da şöyle böyle birkaç

ay talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp Çanakkale'ye getirdiler. Savaşın şiddetini

ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman... Her taarruzunda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk.

Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi, Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim. Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz.

Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.”

Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı. Devam etti:

“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler olarak tanıttı ya... Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar. Bana hiçte öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim iyice bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime: Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla "Yazıklar olsun bana"dedim. "Böyle asil insanlarla niye ben savaşıyorum. Niye savaşmaya gelmişim. Bu İngiliz milleti ne yalancıymış ne kadar Türk düşmanıymış" diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam düşündüm durdum günlerce... Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk

bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte”

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken o devam etti:

“Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk... Ne garip değil mi? Avustralya 'dan Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum.”

Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler misiniz? Dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet merakla tekrar sordu: Peki niçin Ömer ismini, vermişler sana? Babam Müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş. Yahu senin adın Müslüman adı mı?

Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani olmak istedim. Israr etti. Ama niye ısrar ediyordu? İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu. Yüzüme bakarak dedi ki: “Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra "Anzaklı Ömer" olsun.

Fakat günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel hoparlöründen bir anons duydum.

"Doktor Ömer! Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki içimden "Bizim Ömer amca galiba yolcu?" hemen yukarı çıktım.

Odasına vardığımda gördüğüm manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tesbih açık duran sol kolunun pazusunda dövme Türk bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer son anlarını yaşıyordu.

Bir Çanakkale gazisi görmüştüm.

"Ne yalan söyleyeyim, ağladım."

( Kaynak: İnternet iletisinden alınmıştır.)