22 Aralık 2008 Pazartesi

Avrupa Birliğine Neden Hayır

"AVRUPA BİRLİĞİ’NE NEDEN HAYIR" JEOPOLİTİK YAKLAŞIM / SUAT İLHAN

Lüksemburg toplantıları sırasında, Türkiye’nin üye adaylık başvurusu, neden üyelerin katılımı ile reddedildi de, iki yıl sonra yapılan Helsinki toplantılarında oybirliği ve büyük bir istekle kabul edildi?

Bu soru düşünen her beyinde çöreklenmiş durumda.

Genellikle hiç de doyurucu olmayan şu cevaplar veriliyor: Lüksemburg ile Helsinki toplantıları arasındaki dönemde Almanya iktidar, Yunanistan’da Dışişleri Bakanı değişti. Bu sebeple politika değiştirdiler. Gösterilen bir diğer gerekçe: Türkiye’yi reddetmenin hata olduğunu anladılar, Helsinki’de düzelttiler.

Bize göre Lüksemburg ve Helsinki toplantıları arasındaki dönemde Türkiye’nin uyguladığı başarılı politika AB’nin yöntem değiştirmesinde etkili olmuştur. Gerçekte; AB politikası değişmiştir denmesi için henüz erken. Türkiye’nin diğer sistemler içierisine girmesini önlemek için yol, yöntem değiştirilmiş, Türkiye’yi dışta bırakma yerine üye adaylığı ile etki alında tutma yeğlenmiştir.

Bir yoruma göre: Avrupa Türkiye’yi hiçbir zaman üye yapmayacaktır. Sadece; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Kıbrıs bütünü içinde entegrasyona tabii tutarak AB’ye bağlanması; Ege Denizinde Yunan istekleri yönünde çözüm; İstanbul’un dünya Ortodoksluğunun merkezi yapılarak Yunan Megali İdea’sının yolunun açılması, etnik azınlık sorunu işlenerek Türkiye’nin birkaç bölgeye ayrılması ve sosyal yapısının bozulması gibi amaçlarına ulaşmak için AB üyelik adaylığı verilmiştir.

Avrupa Bizi Ne Kadar İstiyor?

Fransa’nın günümüzde de politik etkinliğini sürdüren eski Cumhurbaşkanlarından Giscard D’Estaing şu görüşleri dile getiriyor:

"Türkiye’ye gerçek durum söylenmiyor. Türkiye’nin adaylığını kabul edelim, diyenlerin gerçek eğilimi, Türkiye’nin AB’ye asla üye olmayacağı yönünde. Onların Türkiye ile ilişkilerini başından beri dürüstlük ve vakar içinde sürdürmediklerini görüyorum" (Hürriyet 21 Aralık 1999-Zeynep Atikkan)

Fransa eski Cumhurbaşkanı V. G. d’Estaing konuyu ikinci defa gündeme getirdiğinde,"Yetenekleri ya da önemi ne olursa olsun Türkiye nüfusunun ve toprağının ana kısmı Avrupa dışında bir ülkedir" "Katılımı halinde Türkiye, Birliğin ikinci büyük ülkesi olacak. Bu bile durumun yarattığı paradoksu gözler önüne seriyor. Bu durumda bu tür bir katılımın referanduma götürülmemesi çok zor" (Milliyet, 16 Nisan 2000 s.21) diyor.

Alman Hristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Avrupa Politikası Sözcüsü, yıllık toplantılarının sonucunu şöyle açıklamıştır: "Türkiye’nin AB’ye tam üye olması, birlik için çok ciddi bir tehlike. Bu nedenle Türkiye’nin AB’ye alınmasına karşı çıkıyoruz. Ancak Türkiye Avurpa için stratejik bir öneme sahip. Bu nedenle Türkiye’nin Avrupa’dan kopmaması ve başka bir sisteme yönelmemesi için de özel bir formül bulunarak Avrupa’nın yanında tutulmasını istiyoruz"

CSU sözcüsü Türkiye’nin başka bir sisteme yönelmemesi için formül bulunmasını istiyor. Bu formül bulunuyor: AB üye adaylığı

Almanya eski başbakanlarından Helmut Schmidt 8 Nisan 2000 günü yapılan bir toplantıda şunları söylemiştir:

"Avrupa’nın geleceğinde ne olursa olsun Türkiye’nin yeri yoktur. 70 milyon Türk vatandaşını, Avrupa içinde serbetçe dolaştıramayız. Avrupa’nın İran, Irak, Suriye gibi ülkelerle sınır komşusu olmasını kabul edemeyiz. Türkiye ile ekonomik ilişkilerimizi sürdürmeliyiz. Genç ve hızla büyüyen nüfusun satınalma gücünden faydalanmalıyız. Ancak bu ülkenin globalleşmenin temel prinsiplerine sahip olmadığını ve uluslararası kardeşliği içine sindiremediğini de görmeliyiz" (Hürriyet, 24 Nisan 2000 S.21 Fatih Altaylı)

70 milyonluk bir pazarın kaybı Avrupa için düşünelemez. Türkiye’nin AB dışı bir sistem içerisine girmesinin ekonomiden ayrı olarak sosyal, askeri ve politik sorunlara sebep olacağı da görülüyor. Bunlara karşılık, tarihi birikim, diğer kültür unsunlarındaki ayrılık ve özellikle batılı ön yargı Türkleri dışlama içgüdülerini destekliyor. Bugün bu çelişkilere cevap verecek çözümü buldular: Türkiye’yi 13. Üye adayı yapmak. Birinci sıradaki 6, ikinci sıradaki 6 üye adayından sonra, -başkaları tekrar öne alınmazsa- üyelik müzakereleri için üçüncü sıraya koydular. Böylece Türkiye üye yapılmamış, aynı zamanda kaçırılmamış ve üye yapmama tehdidi ile istismara uygun bir konuma getirilmiş olmaktadır.

Ortada bekletilen Türkiye, kendisi için çok daha uygun seçenekleri dışlayarak, AB’ne muhtaç durumda yanlızlaşıyor ve AB’den gelecek lütfu bekliyor.

AB, Türkiye’nin üye adaylığı veya üyeliği sonucunda şu olanaklara kavuşuyor.

· Türkiye üzerinden Kafkasya’ya, Orta Doğu’ya, Orta Asya’ya doğru ufkunu ve etki alanını genişletiyor;

· Gümrük Birliği ile kavuştuğu yararları genişletme ve pekiştirme olanağına kavuşuyor;

· Bölgedeki olaylarda önemli bir taraftar kazanıyor.

· ABD’nin bölgedeki etkinliği azaltılıyor;

· Türkiye ile ilgili sorunlarının Yunanistan yararına çözülme yolu açılıyor ve Türk-Yunan anlaşmazlıklarının sıcak çatışma ile Yunanistan aleyhine olabilecek çözümü önleniyor-örnek olarak, artık Yunanistan’ın Ege Denizi’nde kara sularını 12 mile çıkarması savaş sebebi sayılmaz

JEOPOLİTİK YAPI

Avrupa Birliği fikri çok eskidir. Ancak uygulama olgunluğuna 2. Dünya Savaşı sonrasında kavuşabildi. Fransız Dışişleri Bakanı Schuman savaşları önleyebilmek için savaşın en önemli maddeleri olan kömür ve çeliğin ülkelerin kontrolünden çıkartılarak uluslararası kuruluşların yetkisine verilmesini önermiştir. Bu görüşe uygun olarak altı ülke, Fransa, F. Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg, Nisan 1951’de Paris’te "Avrupa Kömür ve Çelik Birliği"ni kurdular.1955 yılında Avrupa’nın ekonomik ve nükleer enerji alanında birleşmesi çalışmaları başlatıldı. 25 Mart 1957’de Roma’da Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) anlaşmaları imzalandı, 9 Temmuz 1959’da yürürlüğe girdi. 6 üye ülke ile başlayan hareket, Avrupa Topluluğu ve Maastricht kararlarından sonra da iç gelişmelerine uygun olarak Avrupa Birliği ismini aldı. 1990 yılında 12 üyeliğe ulaştı. 2000 yılının başlarında 15 üyesi ve 13 üye adayı bulunuyor.

AB’NİN JEOPİLİTİK GÖRÜNÜMÜ

Avrupa’nın doğu sınırları Ural ve Kafkas Dağlarından, Türk Boğazlarına geçmektedir. Bugünkü AB’nin doğu sınırı ise Almanya, Avusturya, İtalya ve Yunanistan’ın sınırlarından geçiyor. Ülkelerin ve kurulan birliklerin güvenli sınırlara (deniz, dağ, çöl..) sahip olması çoğrafi bütünlük kazandırır. Üç yanı denizlerle çevrili olan AB kenar ülke durumundadır. Bu konum Avrupa’nın bütünlüğünü güçlendirmektedir. Avrupa iç çekişmelirini yaşarken dahi, Avrupa dışı tehdiklere karşı bilinçli ortak bir duyarlılık içinde olmuştur.

Avrupa’ya dış tehdit bir defa batısından, Araplardan gelebildi. İspanya’nın işgali hariç Avrupa daima doğrudan tehdit edilmiştir. Avrupa’yı doğrudan zorlayan güçler ise hemen hemen sadece Türkler olmuştur. İslamiyet’in ilk dönemlerinde İstanbul’u dört defa kuşatan; Sicilya, Sardunya adalarına çıkan Araplar etkili olamamış, Haçlı Seferleri bölgeye Türklerin egemen olması üzerine Türklere karşı yapılmıştır. Bizans İmparatoru İ. A. Komnenos’un Selçuklu tehdidine karşı Katolik Kilisesinden yardım istemesi üzerine (1095) Papa Urbanus II’nin "Türklerin Hristiyan ülkelerinin merkezlerine girdiğini" belirterek yardım çağrısında bulunması sonucu Haçlı seferli başlamıştır.

Anadolu’nun, Avrupa coğrafi bütününün dışında olduğunu fiziki görümümünden ayrı olarak tarihi gelişme ve kültürel oluşumu da doğrular.

Ülkelerin veya ulusların katılımı ile oluşan birliklerin jeopilitik konumları, diğer güç odaklarının konumları ile şekil ve anlam kazanır. Günümüzün genel olarak benimsenen beş güç odağı şunlardır: ABD, AB, Rusya Federasyonu, Çin, Japonya.

TÜRKİYE JEOPİLİTİĞİ VE YENİ ARAYIŞLAR

Coğrafi Konum: Türkiye üç kıtanın teşkil ettiği Dünya Adası’nın menteşesi durumundadır. Aynı zamanda, bu menteşe üzerine vurulmuş kilit ve bu kilidi açan anahtar değerindedir. Bu üç kıtanın iç denizleri olan Akdeniz ve Kara Denizi birbirine bağlar. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu’nun birleştiricisi ve ayırıcısıdır.

Jeopilitik Konum: Türkiye ABD, Rusya Federasyonu (veya BDT), AB ve Orta Doğu’nun birleşme noktasındadır. Bu evrensel güç odaklarının çıkarlarının yol kavşağında, politikalarının güzergahı üzerindedir. Hatta zaman zaman bu politikaların hedefi veya hareket noktası olabilmektedir.

Türkiye coğrafyası üzerinde her anlamda ve her alanda zayıf toplumların yaşama şansı yoktur. Bir bölge devleti durumunda olan ve evrensel genişlikte etkinlik arayan Türkiye çok duyarlı bir konumdadır.

Soğuk harbin bitmesinden sonra (10 Kasım 1989 Berlin duvarının yıkılması) hiç hesapta yokken Türkiye kendisini dünyanın en karışık kesimlerinin; Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Orta Asya olaylarının içerisinde bulmuştur. Ayrıca bir bölge devleti etkinliği ve sorumlulukları ile karşı karşıya kalmış, çevresinde (Kafkasya’da, Balkanlar’da..) yurtdışı yükümlülükler üstlenmeye başlamıştır. Bu gelişmeler Türkiye’nin çok yönlü, çok seçenekli uzun dönemli, aşamalı ve özellikle diğer ülkelerden, örnek olarak AB’den bağımsız politikalar üretmesini ve uygulamaya koymasını gerektirmektedir.

Türkiye görüşünşte üç yanı denizlerle çevrili, İtalya ve İspanya gibi bir kenar devletidir. Fakat gelişen şartlar Türkiye’nin kenar devlet olma durumunu büyük ölçüde değiştirmiş ve Almanya gibi bir iç devlet durumuna getirmiştir. Kenar devletin az sayıda komşusu vardır. Örnek olarak İtalya’nın 3, İspanya’nın 2 ülke ile kara sınırı bulunmaktadır. Türkiye’nin ise Nahcıvan dahil 8 ülke ile kara sınırı bulunmaktadır. Bir içdevlet olan Almanya’nın ise 9 sınır komşusu bulunuyor. Türkiye’nin özetlenen coğrafi ve jeopilitik konumu Avrupa Birliği ile ilişkilerde ve politikalarda en önemli etkenlerden birisidir.

Günümüz dünya güç dengelerini şekillendiren evrensel değerdeki güçlerin ABD, AB; Rusya Federasyonu, Çin ve Japonya şeklinde dizildiğine değinilmişti. Uygulanan, özellikle ABD’nin etkisi ile yönlendirilen politikalar sonucu: Avrasya’nın batısında bir grup (AB, ABD) doğusunda bir grup (Çin, Japonya, Kore, ABD) teşekkül etmiş, merkezi Avrasya’da (Rusya Federasyonu, Türk Dünyası) belirsizlik yaşanmaya başlanmıştır.

Türkiye’nin bu oluşum içinde; Avrupa Birliği ile entegrasyona varan birlik kurması veya üye olmadan Avrupa Birliği ile iyi ilişkiler içinde kalıp Türk Dünyası ile birlik oluşturması, ulusal politikalarda, bölge politikalarında ve evrensel politikalarda çok farklı, iki ayrı durum yaratacaktır. Türkiye’nin bu iki seçenekten birini seçmesi, AB ile entegrasyonu veya Türk Dünyası ile yakın ilişkiler dahil bir bölge gücü olarak bağımsız politikalar izlemesi, kendi çıkarları, geleceğe yönelik misyonu ve bunun kadar önemli olarak, sağlayacağı dengeler veya sebep olacağı dengesizlikler sebebiyle evrensel politikalar ve dünya barışı üzerinde de etkili olacaktır.

ORTA ASYA JEOPİLİTİĞİ VE YENİ ARAYIŞLAR

Doğu Bloku’nun, ardından SSCB’nin dağılması beş büyük boşluk oluşmasına sebep oldu: Doğu Avrupa; Balkanlar; Kafkaslar; Orta Doğu ve Orta Asya. Bu istikrarsız bölgelerden Doğu Avrupa NATO ve AB tarafından doldurulmaya çalışılıyor. Türkiye’nin yakın ilgi ve etkileşim alanındaki diğer bölgeler ise istikrarsız durumlarını koruyorlar.

Kırkbeş yıldan daha uzun süre, iki odağa göre üretilen sosyal, ekonomik ve askeri politikalar biranda geçerliliklerini yitirdiler. Güç odaklarındaki değişmeler birçok ülkenin bu arada Türkiye’nin etkinliğini, karşı karşıya kaldığı dış etkileri, bu arada tehditleri de önemli ölçüde farklılaştırmıştır.

Orta Asya coğrafyasının bütünlükten yoksunluğu bağımsızlıklarını pekiştirmeye çalışan Türk Cumhuriyetler için de bir zayıflıktır. Sahip oldukları stratejik kaynaklar sebebiyle bu ülkeler bütün dünyanın ilgisini çekmekte, etki altına alınıp, yönlendirilmeye, istismara çalışılmaktadır. SSCB’nin dağılmasının getirdiği en büyük değişikliklerden birisi Orta Asya’nın karşı karşıya kaldığı durumdur: Orta Asya artık çevresine tehdit yaratan bir odak değil, çevresinin tehditi altında olan bir bölgedir.

Bu gelişme Türk Dünyası’nın ortak değerlerinin güçlendirerek gelişmesi için, karşılıklı büyük yararlar sağlayacak eşsiz tarihi bir fırsattır. Ancak bir o kadar da yükümlülükler ve sorumluluklar içeriyor.

Türkistan’ın, tarihi ve kültürel sorumluluğunu taşıyan Türkiye, bu bölge için bütün dünya ülkeleri ile derece derece ilişki veya yarış içerisine girmiş; sonuç olarak Türkistan, Türk dış politikasının ve hatta iç politikasının bir parçası halini almıştır.

Orta Asya; Rusya ve Batı için (ABD ve AB) Çin tehdidine karşı; Çin için batıdan (Rusya F.) gelecek tehdide karşı bir güvenlik alanıdır. Aynı ülkelerin etkinliklerini artırmak için bir hedef, daha fazla etkinliklerini yaygınlaştırabilmeleri için de bir üs olma değerindedir. Bölge ve evrensel güçler Türk Cumhiriyetlerini hesaba katmayan politika üretemezler.

Rusya Federasyonunun Doğu Avrasya (Çin, Kore, Japonya) ile Batı Avrasya (AB) arasında denge işlevi üstlenebilmesi için, SSCB’nin daha önce kotrolunda olan, Türk Cumhuriyetleri dahil bütün bölgelerde egemenliği tekrar ele geçirmesi gerekir. Rusya Federasyonu ile Türk Cumhuriyetlerinin birlik oluşturmalarını önleyen en önemli öğe kültürleri arasındaki büyük farktır. Rusya Federasyonu’nun tek başına dengeleyemiyeceği, batı (Avrupa) ve doğu (Çin) güçlerine karşı; Türkistan Türk Cumhuriyetleri ile, hatta daha emin bir güvenlik için EKİT (ECO) ile (Türkiye, Türkistan, Türk Cumhuriyetleri, Azerbaycan, İran, Pakistan, Afganistan) işbirliği yapması zorunlu görünüyor…

Bütün jeopolitik veriler, Orta Asya’nın (Türkistan’ın) evrensel dengeler üzerindeki belirleyici özelliğini ortaya koymaktadır. Türkiye kendisini, AB ile bütünleşerek bu jeopolitik olgu, hatta bir bakıma jeopolitik emrivakilerden dışlayamaz.

Evrensel politikalar, bölgesel politikaların ve ulusal politikaların ana belirleyicilerinden birisidir. Evrensel politik şartlardan kopuk olarak seçilecek bölgesel ve ulusal politikalar, yanlış hedefler, yanlış ve günlük amaçlar peşine düşmüş olabilir.

Sadece Başbakanın birkaç kişi ile başbaşa verip bir gecede aldığı Avrupa Birliği’ne üye adayı olma kararı, bütün geleceğimizi şekillendiren, bütün kültür unsurlarımızı etkileyecek çok ciddi bir olay ve bize göre aceleye getirilmiş bir karardır. Bu karar dünya jeopolitik dengeleri açısından da önemlidir. Orta Asya yanlız bırakılmıştır.

AB üyesi Türkiye, Orta Asya’ya (Türkistan’a) karşı AB ilke ve politikalarına uygun politikalar uygulamak durumunda kalacaktır. AB üyesi Türkiye’nin Türk Dünyası’na ilgisi ister istemez şekilde kalacak, hukuki temele dayalı organik bağ artık kurulamayacaktır.

AB üyesi veya üye adayı Türkiye, Türk Cumhuriyetlerine yeterince güvence olamayacağı için, özellikle gelişen Çin karşısında güvenceyi Rusya’da arayacaklardır. Nitekim bunun ilk adımları atılmaya başlanmış bulunuyor. Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev Dünya Ekonomi Fuarı’nda şu konuşmayı yapmıştır:

"Eski Sovyet Cumhuriyetlerinin, Rusya ile birleşmelerinden başka şansları yoktur. Kültürümüz bir, tarihimiz bir, atalarımız bir. Aynı ekonomik alt yapının benzer sorunlarını yaşıyoruz. Ancak bu şekilde Batı ile de entegrasyonu sağlayabiliriz"

YENİ JEOPOLİTİK GÜÇ ODAKLARI VE TÜRKİYE

Coğrafya dikkate alınmadan politikaya ve stratejiye veri hazırlanamaz. Bugün de Avrasya dünyamızın en büyük ve en önemli kara parçası, jeopolitiğin temel coğrafyasıdır. Mücadeleler Avrasya’da ve Avrasya için yapılıyor. Avrasya jeopolitiği dünya jeopilitiğinin esasını oluşturuyor.

Avrasya günümüzün jeopolitik yapısı dikkate alınarak Batı (Avrupa) ve Doğu (Pasifik) ana bölgeleri ile; Orta Asya ve Güney Asya (Alt Kıta) tali bölgeleri şeklinde bölünerek önceki bölümlerde yorumlar yapılmıştı.

Avrasya’nın batı bölgesinde, ABD desteğinde AB, doğu bölgesinde ABD, Çin ve Japonya evrensel değerdeki odaklar olarak egemen güçleri oluşturuyorlar. Batı bölgesinde AGİK, NATO ve AB gibi uluslararası kurumlaşmış kuruluşlar; doğu bölgesinde ise, henüz yeterli etkinliğe kavuşmamış, AGİK’in NATO’nun AB’nin yerlerini tutması mümkün olmayan ASEAN ve APEC (Asia-Pasific Economic Co-operation) teşkil edilmiştir. En büyük boşluk ise daha önce de üzerinde durulduğu gibi, Rusya ve Türk Dünyası’nın bulunduğu merkezi Avrasya’da yaşanıyor.

Batı Avrasya’da Durum

Avrupa’da belirgin şekilde ekonomik güç dengesizlikleri yaşanıyor. AB’nin zengin üyeleri ile henüz üye olmayan ve Doğu Bloku’ndan ayrılan Orta Avrupa ülkeleri (Polonya, Macaristan, Çek Cum. Romanya, Bulgaristan, Baltık Cumhuriyetleri) ve SSCB’den ayrılan Doğu Avrupa ülkeleri (Ukrayna, Moldovya, bir bakıma Beyaz Rusya) arasında dengesizliklere sebep olan önemli gelişmişlik farkları bulunuyor. AB’nin Portekiz, İspanya ve Yunanistan ile olan dengesizlikleri gidermek için katlandığı (yaklaşık yüz milyar dolar) fedakarlık düşünülünce. Bu yeni ortaklarla zengin üyelerin farkını kapatmasının çok kolay olmayacağı anlaşılıyor.

Ayrıca ABD ve AB içli dışlı duruma gelmiş bulunuyorlar. ABD’nin dış yatırımlarının yüzde 50’si AB’ne, ABD’deki dış yatırımların da yüzde 65’i AB üyelerine ait. ABD ihracatının yüzde 31’i AB’ne, ithalatının yüzde 29’u AB’den yapılıyor.

Doğu Avrasya’da Durum

Ukraynalı Prof. Hubersky L. Asya Pasifik bölgesinde farklı gelişme içinde üç tür ülke bulunduğunu söylüyor.

1. Ham madde üreten tarım ülkeleri: Endonezya, Filipinler, Brunei.

2. Yeni sanayi devletleri: Güney Kore, Tayvan, Singapur, Avusturalya.

3. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri : ABD ve Japonya.

Yazar Çin’e ikinciler ile üçüncüler arasında bir yer veriyor.

ABD, Çin ve Japonya birer evrensel güç olarak Doğu Avrasya’nın şekillenmesinde de etkili odak durumundalar.

Merkezi Avrasya’da Durum

Rusya Federasyonu bugün de, Avrupa ile Orta Asya arasında bir bağ ve denge unsuru olmaya çalışıyor. Çekirdeği oluşturan Türk Dünyası ile birlikte çevre devletlerin kurduğu Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EKİT, bugüne kadar tanınan kısaltması ile ECO) (Türkiye, Azerbaycan, Türkistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Ticikistan, İran, Afganistan, Pakistan) merkezi Avrasya’da doğu Avrasya ile Batı Avrasya arasında önemli bir bağ olma değeri taşıyor. Bu kuruluşun kendi bünyesini güçlendirmesi, ikinci aşamada Rusya Federasyonu ve Çin ile dayanışmaya girmesi Avrasya ve dünya barışına büyük katkı sağlayabilir.

EKİT; veya tek başına Türk Dünyası Türkiye’yi AB’den çok farklı olarak, evrensel düzeyde politik etkinliğe sahip kılacak bir konumda ve değerdedir. Gerçekçi bir temele dayanan ve çok önemli bir ihtiyacı karşılayan EKİT Türkiye için, başat değerde uluslararası kuruluşlardan birisidir.

EKİT’in 8 milyon kilometrekarelik coğrafyası ve 350 milyonu aşkın nüfusu vardır. EKİT’in başarısı büyük ölçüde çekirdeği oluşturan Türk Dünyası’nın yakınlaşmasına, bütünleşmesine bağlı bulunuyor. EKİT; Doğu (Çin, ABD, Japonya)- Batı (AB, ABD) güç odakları arasında bağ kurabilecek, böylece evrensel barışa katkıda bulunabilecek konumdadır. EKİT’in işlev ve ilişkilerinde dikkate alınması gereken en önemli güç odağı şüphesiz Rusya Federasyonudur.

Batılıların kışkırtmalarından kurtarılabilecek Türk-Rus iyi ilişkileri evrensel barışa çok şey kazandırabilir. Son dört yüz yılda Avrupa, Rusya ile Türkleri birbirlerine karşı kullanmıştır.

(Avrupa Birliği’nde Nüfus Sorunu: 15 üyeli AB’nin bugünkü nüfusu 376.4 milyondur. 2025’e kadar nüfus 30 milyon azalacak, 24 milyonluk bir işgücü ihtiyacı doğacak. Almanya’nın 5.2 milyon göçmen işgücüne ihtiyacı olacak. 2050 yılında AB nüfusunun yüzde 47’si emeklilerden oluşacak, 59 yaşın altındaki nüfus yüzde 11 oranında azalacak. ABD çare olarak her yıl 1 milyon göçmen kabul ediyor)

Türkiye AB üyeliğine o derece isteklidir ki, hiçbir başka seçenek üzerinde durmuyor. Osmanlı İmparatorluğu 1. Dünya Harbine, Almanların İngiltere ve Fransa kuvvetleri karşısında yenilgiye uğramasından sonra Almanların yanında girmiştir. Şimdi de, Avrupa ABD karşısında yenik ve çaresizdir. Avrupa’nın Doğu Avrasya’ya üstünlük şansı kalmamıştır. Çünkü Avrupa 19 ve 20. Yüzyıldaki sömürgelerini yitirdikten sonra stratejik kaynaklardan bütünü ile yoksun kalmıştır. Avrupa her tür kaynak açısından dışa bağımlıdır. Dışardaki kaynakları, ABD’nin Orta Doğu Arap ülkelerine yaptığı gibi, istismar etme gücüne sahip değildir. Bu sebeple Orta Doğu’da ve başka birçok yerde ABD’ne muhtaç bulunuyor. ABD’nin Orta Doğu’da ve dünyanın başka yerlerinde kurduğu egemenlik, petrol sorununun ve pazar yaratma sorununu, AB yararına çözümünü sağlıyor. AB, ABD olmadan Orta Doğu petrolünü istismar edemez.

Türkiye’nin AB ile Bütünleşme Dışındaki Seçenekleri

Coğrafi konumunun özellikleri, günümüz jeopolitik şartlarının verdiği olanaklar ile Türkiye gerek evrensel düzeyde gerekse bölgesel düzeyde politik seçeneği en fazla olan ülkelerden birisidir.

Türkiye; AB’den bağımsız, aynı zamanda AB ile ilişkiler içinde bulunarak aşağıdaki seçeneklerden birisini, birkaçını veya hepsini seçip uygulayabilir:

· Çevresi üzerinde etkili bir bölge devleti olması.

· ABD ve İsrail ile stratejik ortaklık kurması.

· NAFTA (ABD, Kanada, Meksika tarafından kurulan birlik) ile yakın, hatta çok yakın ilişkiler kurması,

· Rusya Federasyonu ile Kafkaslar ve Orta Asya’nın bağımsızlıkları konusunda anlaşarak ortak hareket edilmesi, işbirliği.

· Kara Deniz Ekonomik İşbirliği, İslam Konferansı gibi çevrede kurulmuş ve kurulacak birliklerin ve bu birliklerle ilişkilerin güçlendirilmesi.

· Türk Dünyası ile (Azerbaycan, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri) kültürel ve daha sonra siyasi yakınlaşma ve ortaklığın güçlendirilmesi.

· Ekonomik İşbirliği Teşkilatının güçlendirilip geliştirilmesi ve evrensel etkinlik kazandırılması.

· Çin ve Japonya ile yakın ilişkiler kurulması.

· Orta Doğu, Afrika ve Latin Amerika ile yakınlaşma.

Türkiye’ye evrensel ve bölgesel politik kararlarında çok ve değişik seçenek sunulmasını sağlayan özellikler.

· Coğrafi konumu.

· Günün şartlarının yarattığı jeopolitik konumu.

· Jeopolitik etkinliğini sağlayan beşeri değerler.

- Zamanında bilinen bütün coğrafyalarında kurulan devlet ve imparatorlukları içeren, birinci bin yılda Asya, ikinci bin yılda Asya-Avrupa-Afrika kavşağında kurulan egemenliğe dayalı zengin bir tarih

- Üçüncü bin yılı, geri kalmış dünyaya da örnek ve öncü olabilecek, yükselen bütün değerlerle uyum içerisinde olma esnekliğine sahip Türk Devrimi ilke, yöntem ve canlılığına sahip olarak karşılama.

- Çok geniş alanlarda konuşulan zengin, güzel, disiplinli ve işlek bir dil.

- Uzun yıllar güvenliği ve yayılma sorumluluğunu taşıdığımız, temsil ettiğimiz son evrensel din; buna karşılık köktenci akımları önleyebilecek seculer özellikli laiklik.

- Çin, Hint, Mezopotamya, Mısır, Anadolu uygarlık ve kültürleri ile alış-verişlerle zenginleşmiş, yukarıda sayılanları ve sanat, folklor, örf ve adetleri içeren süzülmüş bir kültür.

- Köklü bir devlet anlayışı,

- Girişimci ve seçkin kadrolu bir özel sektör,

- Dinamik ve genç bir nüfus.

- Bölgesel ve evrensel ufku olan bir toplum. Tamamı sayılmamış olsa da sadece yukarıdaki özellikleri ile bu toplum AB’nin üst yönetiminin kontroluna verilmeyi hak etmiyor.

AB-TÜRKİYE ORTAK JEOPOLİTİĞİ

Türkiye’nin AB’ne katılması, AB coğrafyasının hudutlarını Asya’ya, orta Doğu’ya doğru uzatacak; Orta Doğu, Kafkasya güneyi ve Doğu Akdeniz AB’nin hudutlarını ve doğrudan ilgi alanlarını teşkil edecektir.AB siyasi coğrafyasına Türkiye coğrafyasının eklenmesi, Avrupa Birliği’nin bugünkü coğrafyasının bütünlüğüne nazaran daha az bütünlüğü olan bir coğrafi görünüm vermektedir. Buna karşılık Doğu Avrupa ülkeleri, Türkiye coğrafyasına nazaran AB coğrafi bütünlüğünü daha fazla tamamlar niteliktedir.

Jeopolitik Konum

Türkiye’nin katılması sonucu AB coğrafyasının alacağı yeni coğrafi yapı ve coğrafi konum, AB’nin dış politikasına, ekonomi politikasına yeni ve değişik unsurlar katılmasına, AB politikalarının büyük ölçüde farklılaşmasına sebep olacaktır. AB; Kafkaslar’da, Orta Doğu’da, İranlılarla, Araplarla kısaca İslam dünyası ile karşı karşıya gelmiş olacak; anılan bölgedeki bütün sorunlarla, sorunların Türkiye’ye yansıyan şekilleri ile ilgili önlemler ve politikalar üretmek zorunda kalacaktır.

Daha önemlisi, aynı zamanda bu bölgelerin olanaklarına Türkiye üzerinden ulaşabilecek, sayılan bölgeler üzerindeki etkinliği artacak, siyasi ufku genişleyecektir.

Türkiye-AB entegrasyonunun, Türkiye’nin politik ufku üzerindeki etkisi ise, AB’nin aksine sınırlayıcı ve kısıtlayıcıdır.Türkiye artık Kafkas ve Orta Doğu ülkeler için kendilerinden olan bir ülke değil, Avrupa’nın bir unsuru görüntüsü vererek, kapitalizmin tarihi emperyalist özelliğinin temsilcisi gibi algılanacaktır. Çünkü Türkiye ister istemez kendi çıkarları kadar, hatta biraz daha fazla Avrupa çıkarlarının savunucusu ve takipçisi olmak durumunda kalacak.

Günümüzde birer ulusal sorun durumunda olan; Kıbrıs, Ege’deki sorunlar; İstanbul Fener Rum Patrikhanesinin Ortodoks dünyasında Ekümenlik iddiası; Etnik azınlıkların kendi dillerinde eğitim yapma, TV yayını ve sonunda otonomi istekleri, ulusal sorun olmaktan çıkacak, büyük ölçüde Avrupa Birliği kararlarına göre AB kurumlarında çözülecek birer Avurpa Birliği iç sorunu olacak, taraflardan birisi Türkiye olsa da karşı tarafı Avrupa Birliği kurumları ve üyeleri teşkil edecektir.

Türkiye’nin Kafkaslar, Orta Doğu, Orta Asya ve Rusya politikaları, AB’nin politikasının alt hareket tarzlarını oluşturacak. AB’nin bu bölgelere karşı uygulayacağı politika Türkiye politikasının da esasını teşkil edecektir.

Türkiyesiz Avrupa; Orta Doğu, Kafkaslar ve Orta Asya kaynaklarına uzak kalacaktır. Sonuç olarak AB Türkiye ve özellikle ABD’ne bağımlı ve stratejik ortaklık kurabilecek bu iki ülkenin desteğine muhtaç kalmaya devam edecektir.

AB üyesi Türkiye, Avrupa’nın, ABD’ne olan bağımlılığını bazı konularda azaltabilir. Örnek olarak; Avrupa Türkiye ile, Kafkas’larda, Orta Doğu’da ve Orta Asya’da daha fazla söz sahibi olacak, bu bölgeler üzerinde daha fazla etkinliğe ulaşabilecektir.

Türkiye’nin AB üyeliği İslam Dünyası ile AB’nin ilişkilerini düzeltmesine, geliştirmesine katkıda bulunacak, İslam Dünyasının AB’ne güven duymasına yardımcı olacaktır.

Görüldüğü gibi Türkiye hiçbir şey almadan Avrupa’ya can suyu veriyor. Çünkü Avrupa’nın çıkarları var ve Avrupa böyle istiyor.

TÜRKİYE-AB ORTAK JEOPOLİTİĞİ’Nİ ETKİLEYEN KONULAR

Türkiye’nin AB üyeliği konusunda en fazla konuşulan, konuşulmadığı zaman dikkate alınan husus, AB üyeleri ile Türkiye veya Türkler arasındaki kültür farkıdır.

AB kendi içerisinde yaşadığı çok kültürlülüğü dilde büyük ölçüde, diğer kültür unsurlarında daha ehven olarak yaşamaya devam ediyor. AB genişleme sürecinin her aşamasında, katılan ülkeler yeni sorunlar getiriyor; çok kültürlülük zaafı artıyor. Çünkü AB’ndeki egemen düşünce çok kültürlülüğü yaşatmak değil ortak değerleri ve ortak unsurları artırarak, güçlendirerek bütünleşmeye ulaşmaktır.

DOĞU-BATI; TÜRK-AVRUPA MÜCADELELERİ

Türkiye’nin AB üyeliği, Türk-Avrupa ilişkileri tarihinde çok önemli bir aşamayı oluşturacaktır. Tarih boyunca doğu ile batı arasında mücadeleler olmuş, bu mücadeleler din ve kültür farkına dayalı olarak bugüne kadar devam etmiştir. Türk-Avrupa mücadelesi üç ayrı yönde ve farklı şartlarda olmuştur.

1. Hazar Denizi ve Kara Deniz Kuzeyinde.

2. Alt Kıtada (Hindistan’da) ve Hint Okyanusunda

3. Hazar Denizi güneyinden batıya doğru

Türkiye istese de istemese de İslam dünyası denince akla ilk gelen ülkelerden birisi, hatta birincisi olmaktadır. Bütün bu sebeplerle, Türkiye Avrupa Birliği içerisinde daima "Öteki" muamelesi görecektir.

Günümüzde bağımsız yedi Türk Cumhuriyeti (Türkiye, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Azerbaycan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) ile Otonom Türk bölgeleri (Malkarlar, Karaçaylar, Gagavuzlar…) geniş Türk azınlıkları (İran, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya…) ve dışarıda yaşayan Türk vatandaşları bulunuyor.

Özellikle bağımsızlıklarını pekiştirmeye çalışan Türk cumhuriyetlerinin iki büyük ihtiyacı var.: Tam bağımsızlık ve Çağdaşlaşma

Bu eksiklikleri Türkiye de yaşadı ve evrensel düzeyde örnek olabilecek sonuçlara ulaştı. Türk Devriminin fikir kaynağı olan Atatürkçülük; ulusal devlet kurulmasının, bu ulusal devletin çağdaşlaşması ve her çağda çağdaş olabilmesinin ilkelerini, uygulama esaslarını ve yönetimini belirler.

Türk kurtuluş hareketinin tam bağımsızlığı sağlama ve çağdaşlaşma aşaması SSCB’nin dağılmasından sonra yeni bir yaygınlaşma olanak ve ihtiyacı ile karşı karşıya bulunuyor. Bütün Türk Dünyasının, Türk Devrimini tanımasına, bütün Türk devlet ve topluluklarının her birisinin kendi şartlarına uygun şekilde yorumlayıp, zamanlayarak değerlendirmesine ve uygulamaya koymasına ihtiyaç var. Bu büyük çalışma Türkiye’nin yardım ve desteği dışında yapılamaz.

Türkiye Avrupa Birliği politikaları paralelinde kalmak zorunda olduğu sürece bu desteği yeter ölçüde sağlayamaz. Türkiye 200 milyonu aşkın bu büyük ve bağımsız Türk Dünyası içinde yer alamayacak, bu dünyanın oluşumuna yeterince katkıda bulunamayacak ve onun etkinliğinden, gücünden ve politik etkinliğinden yararlanamayacak. Neye karşılık? Avrupa Birliğinin zorla kabul ettiği (kabul ederse) horlanan "Öteki" olmak külfetine karşılık!

ATATÜRKÇÜLÜK, ÇAĞDAŞLAŞMA VE AB ÜYELİĞİ

Gerçekleşirse, AB üyeliğinden sonra, şüphesiz ülke bağımsızlığı bugünkü anlamını kaybedecek, büyük ölçüde AB bağımsızlığı içinde yer alınacak ve kendi bağımsızlığımızdan ödünler verilebilecektir.

Gümrük Birliği uygulamasında, karşılıklı değil Türkiye aleyhine tek taraflı olarak bağımsızlıktan büyük ödünler verilmektedir. Gerçekte, tam üyelik halinde, özellikle uygulamalarda Türk Devriminin temel ilkesinden olan bağımsızlığın anlamı büyük ölçüde zayıflamış ve değişmiş olacaktır.

Türkiye ile imzalanmış olan "Gümrük Birliği anlaşması" başka hiçbir ülke ile yapılmamıştır, tektir. AB ile gümrük birliğimiz var fakat AB’nin karar organları olan Avrupa Parlamentosu, Bakanlar Konseyi , Avrupa Komisyonu, Adalet Divanı’nda tek bir temsilcimiz yok. Bütün çalışmaların hazırlığının yapıldığı 1500 kişilik sekreteryada da hiç bir Türk vatandaşı, hatta Türk asıllı başka ülke vatandaşı çalışmıyor, çalıştırmıyorlar. Kısacası AB karar veriyor, biz uyguluyoruz. Bizim TBMM’miz, Hükümetimiz ve Adalet organlarımız dışlanmış oluyor. Bu durum bağımsızlıkla bağdaşır mı?

Örnek olarak Türkiye, AB’nin tercihli anlaşmalar imzaladığı 24 ülke ile (Ortaklık Anlaşması 9 ülke ile, Serbest Ticaret Anlaşması 8 ülke ile, İşbirliği Anlaşması 7 ülke ile)yapılan anlaşmalardaki esasların yükümlülüğünü 5 yıl içinde üstlenmeyi kabul etmiştir. Bu anlaşmaların yapılması sırasında Türkiye bulunmamıştır. Türkiye üçüncü ülkelerle AB ilkeleri dışında anlaşma yapamaz.

Tam üye olunca durum değişecek mi? Hayır. Bakanlar Konseyinde ve Adalet Divanında bulunacak birer temsilcimiz, Avrupa Komitesindeki belki iki elemanımız ve Avrupa Porlamentosundaki 1/10 (muhtemel) üyemiz diğerleri tarafından "öteki" muamelesi gösterilecek dışlanacaklar ve aslında sonuç Gümrük Birliği aşamasındakinden farklı olmayacaktır. Bilindiği gibi Maastricht Kararları arasında AB organlarında kararların oy birliği ile değil oy çokluğu ile alınması benimsenmiştir. İleride uygulanacağı anlaşılan bu karardan sonra Türkiye’nin üye olsa dahi "veto" hakkı bulunmayacak, bir "öteki" olarak ne kadar aleyhimize olursu olsun ekseriyetle alınan kararları uygulayacağız.

AVRUPALILARDA GERİ KALMA KORKUSU-ABD’NİN LİDER YORGUNLUĞU

Doğrudan AB’nin yapacağı, getireceği hemen hemen hiçbirşey yok. Anlaşmalarda kabul ettikleri ve verebilecekleri iki şey vardı: Serbest dolaşma hakkı ve bir miktar kredi. Serbest dolaşmayı kabul etmedikleri gibi üstüne üstlük ağır bir vize uyguluyorlar. Krediyi de Yunan vetosu bahanesi ile vermiyorlar.

Bir başka husus daha var: Acaba Avrupa hala bizim hayalimizde süslediğimiz eski güçlü Avrupa mı? Bugünkü Avrupa, bizim hayalimizdeki yerini koruyor mu? Avrupalı düşünürler, Batı’nın üstünlüğünü kaybetme korku ve kuşkusunu daima duydular. Üstünlüğünü kaybetme korkusunu en fazla, ABD ile SSCB arasında sıkışıp kaldıkları 1945-1989 Soğuk savaş döneminde yaşadılar. Bu korku, AB’nin doğup gelişmesine yardımcı ve destek olmuştur.

1’inci ve 2’inci Dünya Harpleri ve öncesinin stratejik kaynağı olan demir-kömür tükenme noktasına gelmişti. Petrol ve diğer ürünlerde tamamen dışa bağımlı duruma düşmüşlerdi. Avrupa bugün de aynı durumdadır. Elindeki tek önemli değer önceki bölümlerde de değinildiği gibi, 1945’te de bugün de "vasıflı insan"dır. Vasıflı insan değeri büyük etken. Batı’da gerileme korkusu hep yaşanmıştır.

Avrupa Birliği, en zayıf olduğu askeri alanda NATO’dan bağımsız bir yapı oluşturmaya çalışıyor. Ulusal servetlerinin yüzde 4’ünü savunmaya ayırmaları gerekirken ancak yüzde 2.5’unu ayırabiliyorlar. Bu oran da gittikçe düşüyor: Ülkelere göre ulusal servetten savunmaya ayırdıkları pay (Birinci oran 1990, ikinci oran 1994 yılına aittir): Almanya (yüzde 2.8-yüzde 1.8), Belçika (yüzde 2.6-yüzde 1.9), Danimarka (yüzde 2.1-yüzde 1.9), İspanya (yüzde 1.8-yüzde 1.6), Fransa (yüzde 3.6-yüzde 3.9), Yunanistan (yüzde 5.8-yüzde 5.6), İtalya (yüzde 2-yüzde 2), Norveç (yüzde 3.1-yüzde2.9), Hollanda (yüzde 2.7-yüzde 2.3), Portekiz (yüzde 3.1-yüzde 2.9), İngiltere (yüzde 4-yüzde 3.8), Türkiye (yüzde 4-şüzde 3.9)

Avrupa yeterli askeri güce sahip olsa da birçok askeri ihtiyaç ve hizmet konusunda ABD’ne ihtiyacı devam edecek: Petrol, Lojistik, Hava Ulaşımı, Eğitim, Uydu, İletişim, Deniz Ulaşımı, Uçak gemisi… gibi.

AB bugünkü durumu ile yabancı ülkelere geniş kapsamlı askeri müdahalede bulunacak olanak ve yetenekten yoksundur. Örnek olarak; Arap petrolünün istismarı için ABD’nin askeri müdahale şemsiyesinin altına gizlenmektedir.

AB üzerindeki tereddütler büyük ölçüde politik bütünlüğe kavuşmasını kolaylaştıracak araç ve kurumlara sahip olmamasından kaynaklanıyor. Avrupa’nın gün gün kaybetmekte olduğu canlılığı bu görüşü güçlendirmektedir. AB her gün biraz daha fazla politik esenlikten uzaklaşıyor. Askeri güç oluşturmakta çektiği güçlüğün yanında teknolojideki öncülüğünü de yitirmiştir veya yitirmektedir. Avrupa’nın hiçbir kültürel çekiciliği kalmamıştır. Avrupa üstün devinim gücünü, dinamizmini gün gün yitiriyor. Avrupa eski ulusal devletler dönemine göre önemli ölçüde amaçsız ve moralsiz duruma eğilimli hale gelmektedir.

ABD’nin lider yorgunluğu

Lider ülkeler hesapsız ve sağlıksız yükümlülükler sonucu lider yorgunluğu diye isimlendirebileceğimiz çaresizlik içine düşmekteler. ABD lider yorgunluğu emareleri vermeye başlamıştır. Almanya’da AB içinde benzer durumla karşı karşıya kalmaya aday. Japonya’nın yeni yükümlülükler altına girmemek için özen gösterdiği görülebiliyor.

Türkiye’de son yıllarda tarihi misyonuna çok uygun fakat ekonomik olanakları ile uyumsuz dış yükümlülükler üstlenmektedir.

Devletler ve toplumlar uluslararası yükümlülüklerden kurtulmaya çalışıyorlar. ABD bazı dış yükümlülüklerini paylaşmak için AB ve Japonya’ya çağrılarda bulunuyor. AB, Türkiye’ye Gümrük Birliğinden doğan yükümlülüklerini yerine getirmiyor, yeni yükümlülük altına girmemek için özen gösteriyor.

Ulus devletlerin kurdukları AB, NAFTA gibi birliklerin götürdüklerinin getirdiklerinden fazla olması geleceklerini tehlikeye sokacak en önemli etmendir.

Bize göre, ABD’nin AB’ni ölçüsüz desteklemesi de stratejik hatadır. Türkiye’nin AB üyesi olmasını desteklemesi ise ABD’nin kendi açısından da vahim hatadır. ABD bugün içten içe sürdürülen ABD-AB rekabetinin, burgün yüzeye çıkacağını ve daha da ağırlaşacağını dikkate almıyor.

Türkiye’nin AB üyesi olması Avrasya’da jeopolitik dengeleri büyük ölçüde değiştirmekte ve bozmaktadır.

Kevin Robins, Kimlik Mekanları isimli yayının Önsözünde şunları söylüyor:

"Türkiye kendini göstermeli, Avrupalılığın ne olduğunun yeniden tanımlanmasına katkıda bulunmalıdır; çağdaş Avrupa kültürünün yeniden oluşturulmasına aktif olarak katılmalıdır. Bu Türkiye için gereklidir. Avrupa için de"

Bu yayında açıklanmasına özen gösterilen hususlardan birisi de şudur: Türkiye’nin Avrupa’ya olduğundan daha fazla, Avrupa’nın Türkiye’ye ihtiyacı var. Türkiye’de Avrupa’da bu durumun tam olarak farkında değil. Türkiye; AB’nin ihtiyaçlarına göre değil, özgün büyük kültürüne, tarihi gelişmemiz sonunda sahip olduğumuz bilince ve aydınlık geleceğimize uygun yolu izlemelidir. Bu yolun temel ilkesi AB ile entegrasyon değil tam bağımsızlıktır. Atatürk tarafından ortaya konan bu ilke Türk Devrimi’nin ana unsurlarından birisidir.

JEOPOLİTİK DÜZEYDE GÜNCEL SORUNLAR (REAL POLİTİC)

Türkiye’nin AB üyeliğinin, çözümünü ve sonuçlarını etkileyeceği jeopolitik düzeyde olay ve sorunlar olarak, bugün için, şu konular düşünülebilir: Kıbrıs Sorunu; Ege Denizi Sorunları, Fener Rum Patrikhanesinin Ekümenliği veya Patrikliğin İstanbul’u dünya Ortodoksluğunun merkezi haline (2. Roma) getirmesi, Avrupalıların olumsuz ve çirkin davranışları ile ulusal onurumuzun kırılması; Avrupa Birliği içinde "öteki" onların deyimi ile proleterya olmak…

AB, KIBRIS VE EGE DENİZİ SORUNLARI

Kıbrıs Sorunu

Kıbrıs Sorunu Yunanistan ve yandaşı Batılılar tarafından AB genişleme süreci ile ilişkili hale getirilmiş bulunuyor.

Kıbrıs’ta olan şudur: Kıbrıs’ta yaşayan Rumlar Türkleri yok etmek için harekete geçmişler; Türkiye anlaşmalardan doğan haklarını kullanarak askeri müdahalede bulunmuş, Türklerin ayrı bir alanda güvenlikle laşamlarını sürdürübelicekleri bir ortam yaratmıştır. 1974 yılında gerçekleştirilen bu hareketten önce Ada’da kanlı çatışmalar yaşanmışken, insanlar öldürülür, yerinden yurdundan edilirken; bu harekattan sonra her iki tarafta hemen hemen hiçbir olay olmamış, barış, huzur egemen olmuştur. Ayrıca özellikle Rum tarafı çok çarpıcı bir kalkınma içerisine girmiştir. Kıbrıs Harekatı Yunanistan’da Cuntanın yıkılmasına, demokrasinin geri dönüşüne de, olanak vermişti.

Yunanistan Megali İdeası 150 yılda şu şekilde bir gelişme gösterdi:1821 Mora isyanı; 1830 Bağımsızlığın ilanı, 1869 İngilizlerden 7 adanın alınması, 1890 Teselya ve Narda’nın alınması; 1887 sınır düzeltmesi, 1908 Girit’in alınması, 1913 Makedonya, Epir, Batı Trakya ve Ege Adalarının alınması, 1951, 12 Ada’nın alınması.

Bilmemiz gerekir: Yunan Megali İdea’sının bundan sonraki hedefleri; Kıbrıs’ın tamamında ve Ege Denizinde egemenlik; İstanbul Rum Ortodoks Kilisesinin ve İstanbul’un dünya Ortodokslarının merkezi yapılması (Kilise’ye Ekümenlik kazandırarak) ve İstanbul’a çeşitli şekillerde sahip olma; Doğu Kara Deniz’de Pontuz Devletinin kurulması, Anadolu’nun Ege kıyılarına hakimiyet.

Yunanlılara yıllarca sorunları unutturulmamış, bizde ise eskiyi hatırlatmak dahi şöevnlikle suçlanır olmuştur. Girit’I kim hatırlıyor? Ege Adalarını onar, onbeşer Yunan askeri ile toplanıp alındığını kim biliyor? Ulusal çıkarlarımız, hümanist ve globalleşme çalımlarına, son olarak da AB üyeliğine feda ediliyor.

Kıbrıs bizim açımızdan; orada yaşayan 150 bin Türk’ün varlığının korunması, Türkiye’nin güneyden de kuşalımmaması; Kazakistan, Hazar, Azerbaycan, Türkmenistan, İran, Irak petrollerinin İskenderun körfezi çıkışını kapatarak tehdit etmemesi ve Yunan Megali İdeasının durdurulması gibi bir yığın ilave sebepten de hayati derecede önemlidir.

AB’nin ilk ve en önemli ilkelerinden birisi: Mal, hizmet ve sermayenin üye ülkeler arasında serbest dolaşımıdır.

Kuzey ve Güney Kıbrıs, hangi türde olursa olsun AB’ye üye oldukları takdirde; yukarıda açıklanan ilkeye uygun olarak Güneyde yaşayan Rumlar Kuzey Türk bölgesinde mal edinebilecek, yatırım yapabilecek ve hizmetlerini icra etmek için tesis kurabilecekler. Ayrıca, Avrupa İnsan Hakları mahkemesinden karar alarak eski toprak ve binalarına tekrar sahip olabilecekler. Bu mahkeme günümüz şartlarında dahi benzer kararlar almaktadır.

Kuzey Kıbrıs AB üyesi olursa, bugün dahi Kıbrıs’tan kaçma çareleri arayan Kıbrıslı Türklerin birkaç bin kişilik sembolik mevcutlu duruma düşmelerine de sebep olacaktır. Bu sonuç Kıbrıs’ın Türkiye ile beraber AB üyesi olması halinde de değişmeyecektir.

Türkiye’nin Kıbrıs’ı gözden çıkarmadan AB üyeliğini sürdürmesi, mevcut hukuksal ve fiziki şartlarda mümkün değildir.

10-11 Aralık 1999 tarihli Helsinki Kararlarının 9’uncu ve 4’üncü maddeleri Kıbrıs ve Ege sorunları ile ilgilidir.

4’üncü madde: "Aday devletler katılım sürecine eşit bir temelde katılmaktadır. AB’nin antlaşmalarla belirlenmiş değerlerini ve amaçlarını paylaşmak zorundadır. Bu bağlamda, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler Sözleşmesi uyarınca anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözülmesi ilkesini vurgular ve aday devletleri, her türlü sınır sorunlarının ve ilgili diğer konuların çözümlenmesi için her türlü çabayı göstermeye davet eder. Bu sorunların çözümlenmesi halinde, aday devletler, makul bir süre içinde bu sorunu Uluslararası Adalet Divanına götürmelidir. Avrupa Konseyi, özellikle katılım sürecine etkileri bakımından ve en geç 2004 yılı sonunda Uluslararası Adalet Divanı aracılığı ile çözüme ulaştırılmasını sağlamak amacıyla, önemli anlaşmazlıklarla ilgili durumu gözden geçirecektir."

Madde 9 (a): Avrupa Konseyi 3 Aralık’ta New York’ta başlatılan, Kıbrıs sorununun kapsamlı bir şekilde çözümüne yönelik görüşmeleri memnunlukla karşılamakta ve BM Genel Sekreterinin bu sürecin başarılı bir şekilde sonuçlanmasına yönelik çabalarını desteklemektedir.

(b) Avrupa Konseyi, Siyasi çözümün Kıbrıs’ın AB’ye katılımını kolaylaştıracağını vurgulamaktadır. Katılım müzakerelerinin tamamlanmasına kadar herhangi bir çözüme ulaşılmamış olması durumunda, Konsey, katılım konusunda bu ön koşula bağlı olmaksızın bir karar verecektir. Konsey, bu durumda ilgili bütün faktörleri dikkate alacaktır.

Rum ve Yunan tarafı; Kuzey ve Güney Kıbrıs’ı aynı zamanda üye yapma amacına ulaşamazlarsa, şimdilik sadece Güney Kıbrıs’ın Kıbrıs ismi altında bütün Kıbrıs’ı temsil ederek AB üyeliğine geçmesini istiyorlar. Böylece AB içinde Yunan etkinliği iki katına çıkacak, Kıbrıs sorunu AB-Türk sorunu haline getirilmiş olacaktır. Yunanlı yetkililerin söylediklerine göre ise Kıbrıs şimdiden bir AB-Türk sorunu haline gelmiştir.

Ege Sorunları

Helsinki Zirve kararlarında, Ege sorunları için de Yunanlıların isteklerine paralel olarak, Avrupa Konseyi ve Adalet Divanı devreye sokulmaktadır. Böylece, Ege bir ölçüde Türk-AB sorunu ve sınırı oluyor. AB’ne üye olmamız için ileri sürülen şartlarla, onların ifadesi ile Helsinki kararlarına göre, Ege Yunanistan’ın kontrolunda bir AB bölgesi olarak tescil edilecektir.

Fener Rum Patriği; Ekümenlik; Rahipler Okulu

AB üyeliği adaylığımıza en fazla sevinenlerden birisi de Fener Rum Patriliği Bartholomeos’tur. Patriğe bağlı 15 Patriklik ve bağımsız kilise (İstanbul, İskenderiye, Şam, Kudüs, Moskova, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Gürcistan, Kıbrıs, Yunanistan, Polonya, Arnavutluk, Çekoslovakya, Finlandiya), 12 Başpiskoposluk (Kuzey ve Güney Amerika, Avusturalya, İngiltere, Fransa, Almanya, Avusturya, Belçika, İtalya, Yeni Zelanda, Girit, Oniki ada) bulunmaktadır.

Türkiye AB üyesi olursa Patrikliğin Ekümenlik istediğinin daha kolay gerçekleşebileceği düşünülmektedir. Böylece İstanbul ortodoksluğun dini merkezi haline gelecek, yerleşecek Ortodoks’larla İstanbul bir Hristiyan şehri olma yolunda önemli mesafe kazanacaktır. Böylece Doğu Roma’nın (Bizans) canlanması yolunda ciddi bir adım gerçekleşmiş olacak.

Patriklik, Fransız Devrimi’nin milliyetçilik akımlarını güçlendirmesinin ardından Yunan Megali İdeasını desteklemeye başlamıştır. Patrikliğin bir diğer amacı Lozan’da kaybettiği tüzel kişiliği kazanmak ve Eyüp kaymakamlığına bağlılıktan kurtulmaktır. Bir diğer amacı da; diğer ismi “Grek yayılmacılığının Harp okulu” olan Heybeliada Ruhban Okulu’nun tekrar açılmasıdır.

BÖLÜCÜLÜK ÇALIŢMALARI VE ALMANYA

Almanya Almanca konuşan ve Alman azınlıkların yaşadıkları bölgeleri Alman egemenlik alanı gibi görmek eğilimindedir. Avrupa topluluğu içinde sınırların kaldırılarak mal, sermaye ve hizmetlerin serbest dolaşım hakkı verilmesi AB üyeleri içinde Alman politikasının uygulanmasını kolaylaştırmıştır.

Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nin AB’nin ilk adayları arasında bulunmasında bu ülkelerin Alman azınlıklara sahip olmaları herhalde etkili oldu. Bu ulusların AB üyesi olmaları, hatta aday olmaları, Alman azınlıkların Almanya ile fiili ilişkisini gerçekleţtirecektir.

Türkiye Üzerinde Çalışmalar Alman Siyasi Partilerin Kurdukları Vakıflar:

Alman siyasi partilerinden dört tanesinin Türkiye’de şubesi bulunmaktadır. Görüntüdeki amaç kültür hizmetidir. Bunlardan ilki CDU’nun tanınmış Konrad Adenauer Vakfı, İstanbul’a 1984’te gelmiştir. 1988’de SDP’nin Friedrich Ebert Vakfı; 1991’de FDİ’nin Friedrich Naumann Vakfı; doksanlı yılların ortasında Birlik 90/Yeşillerin Heinrich Böll Vakfı Türkiye’de (Genellikle İstanbul’da) faaliyete geçiyorlar. Sayılanlar Alman Parlamentosunda grubu bulunan dört partidir. Vakıflar Federal Hükümetin Politik Eğitim Fonu tarafından destekleniyorlar.

Ankara ve İstanbul’da şubeleri bulunan tüm Alman siyasi parti vakflarının programları üç ana maddede toplanıyor: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiği ve sorunun geçici bir hükümet sorunu değil “Yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk Devleti” olduğunu kanıtlamayı amaçladığı; İkinci maddedeki etkinliklerin “Türkiye’de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak” amacıyla Almanya’da adı var kendi yok “Federal sistemin” Türkiye’ye tanıtılması; Üçüncü Maddesi “yerli köprübaşılar oluşturulması” konularını içeriyor.

SUAT İLHAN

.........................................................................................................................................................

Ya Siz, AB'ye Karşı mısınız?

( Erol MANİSALI – 28.07.2008 - Hakimiyet-i Milliye Gazetesi )

Söyleşi yapmak için üniversiteye gelen Finlandiyalı gazetecinin ilk sorusu şu oldu "Siz Avrupa Birliği'ne karşı olan bir akademisyensiniz; AB'ye neden karşısınız?" Bu yanlış ve anlamsız soruya hiç şaşırmadım; Çünkü Türkiye'de herkes her gün AB'nin yanında ya da AB'nin karşısında mısın diye başkalarına veya bana soruyorlar; emperyalizmin tuzağına düşmüş oluyorlar.

"AB'ye karşıyım ya da yanındayım" dedirtmek isteyenler AB'nin ve ABD'nin sömürgeciliğini unutturmak isteyenlerdir.

- "Görüyorsunuz, bunlar Batı'ya her yanıyla karşı; edebiyatına, sinemasına, resmine, müziğine de karşılar" diyerek meseleyi saptırıyorlar ve esas konuyu unutturuyorlar.

- Soruyu soran gazeteciye, "Ben AB'nin Türkiye ve bölge üzerindeki emperyalizmine karşıyım; Batı'nın vahşi kapitalizmini kullanarak beni sömürge yapmasına karşıyım" diye yanıt veriyorum. Önce biraz şaşırıyor; yavaş yavaş onun anlayacağı bir dille meseleyi tane tane ortaya koyunca sorusunun ne kadar yanlış olduğunu sonunda anlıyor.

İnsanlara, halklara karşı olunmaz; "yönetimlere, rejimlere, emperyalizme, vahşi kapitalizme karşı olunur". İçimizde Batı emperyalizmi ile işbirliği yapanlar, özellikle bu soruları (ve algılamaları) tercih ediyorlar. Çünkü böylelikle, ABD ve AB'nin sömürgeci kimliklerini tartışmak yerine, kanarya sevenler gibi, "AB'yi sevenler ve sevmeyenler" biçimindeki yanlış sorgulamayı gündemde tutarak ABD ve AB'nin emperyalizmini saklamış oluyorlar, "Erol Manisalı AB'ye karşıdır" ifadesi yanlıştır. Ben AB'nin Türkiye üzerindeki sömürgeci politikalarına ve uygulamalarına karşıyım. Sömürgeci olduğu için ona karşıyım. AB sömürgeci olmasa, vahşi kapitalizmi dayatmaya kalkmasa ben neden AB'ye karşı olayım?

Rusya, Çin ve AB... Putin 'e biri sen AB'ye karşı mısın demiş olsa acaba nasıl karşılardı?

Herhalde, "Ben AB'ye falan karşı değilim: AB ile ilişkilerde Rusya'nın çıkarlarını gözetiyorum" demekle yetinirdi. Rusya'nın da Çin'in de AB ile çok yoğun ilişkileri vardır. Ne Rusya ne de Çin "AB'ye karşı değildirler" ; onlar için önemli olan ülkelerinin ulusal çıkarlarını dengeli bir biçimde korumak ve yürütmektir.

Türkiye-AB ilişkilerini Fenerlinin Beşiktaş karşıtlığı biçiminde düşündürmeye çalışmanın gerisinde, "kafalara himayeci, mandacı zihniyeti yerleştirmeye çalışmak yatar". Türkiye'deki oligarşi, sorunu kamuoyuna bu pencereden sunar; "seviyor, sevmiyor oyunu ile işi papatya falına çevirirler".

Amaç esas sorunu gizlemektir; AB ve ABD'nin emperyalizmini masanın üzerine yatırmak yerine işi, kanarya sevenler ve sevmeyenler olarak beyinlere işlerler. Newsweek muhabiri 5-6 yıl önce bana, "Ama halkın yüzde 70'i AB'ye girmek istiyor" deyince dayanamadım; "Ay'a gitmek ister misiniz diye sorun; yüzde 90'ı, evet gitmek isterim diyecektir" yanıtını vermiştim.

Soğuk savaş sonrası ABD ve AB hep şu soruyu soruyor, "Benden yana mısın" ; bunu, "sömürgeleşerek, parçalanarak onların himayesi altına girmek" biçiminde algılamak gerekir.

İşte bu nedenle içerdeki oligarşi ve Batı'dan gelen ortakları hep aynı soruyu soruyorlar; AB'ye (Batı'ya) karşı mısın?

- Ben AB'ye karşı değilim; - Ben onun emperyalist politikalarına karşıyım; - Beni bölmek istemesine karşıyım; - İçimde "işbirlikçiler" üretmesine karşıyım; - Onun vahşi kapitalizmine karşıyım. Bunlardan vazgeçtiği zaman karşıtlığım da ortadan kalkar. Önce huylunun huyundan vazgeçmesi gerek, işte bütün mesele bu... Seçimler yaklaşırken kimi siyasal partiler AB ile ilişkilerini "karşıtlık ve yandaşlık" zeminine oturmaya çalışıyorlar. Halkımız artık esas meselenin bu olmadığını, sorunun "emperyalizme karşı çıkmak ya da işbirliğine soyunmak olduğunu" siyasal partilerden daha iyi görmeye başladı. Yalnız halk değil, TSK de bu noktaya geldi...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder